KAYIP DÜŞLER PEŞİNDE
Düşler bize başka dünyaların kapılarını açar…
Eğlenceli, aynı zamanda tekinsiz bir yer düş dünyası. Gerçek dünyada göremeyeceğimiz canlılıkta renkleri görmek, o âlemin büyüsüne kapılıp gitmek ilk başta eğlenceli gelse de, yolunu yönünü tamamen kaybetme tehlikesi var. Hem o dünyayı deneyimlemek, hem de gerçek hayatta ayaklarımızı sımsıkı yere basabilmek mümkün mü? Kayıp Düşler Peşinde bu ikilemi sorguluyor.
Olay akışının polisiye macera türünde ilerlediği bu hikâyede, yaşamın belki de bir yanılsama olabileceği, düşlerin gerçeklerden daha ön plana çıkabileceği üzerine düşünürken buluyoruz kendimizi. Çoğumuz, içinde olduğumuz rutin hayatın bir alternatifi var mı diye sorarız zaman zaman. Hayat yaşadıklarımızdan mı ibaret, yoksa bizim kaçırdığımız başka şeyler var mı? Platon’un dediği gibi, aslında insanlar bir mağarada zincirli köleler gibi, dışarıda olup bitenin farkında olmadan sahte bir hayat mı yaşıyorlar? O zaman bu mağaradan çıkmanın bir yolu olmalı. Roman da bu arayıştan yola çıkıyor.
Fantastik bir Ada’da yazıcı usta çırak hikâyesi:
SALYANGOZUN YOLCULUĞU
İlk romanı Kayıp Düşler Peşinde, 2013 yılında yayımlanan Nuran Durmaz’ın yeni romanı Salyangozun Yolculuğu, NotaBene Yayınları’ndan çıktı.
Salyangozun Yolculuğu, okuru modern hayatın gerçeklerinden sıyırıp, zamanı mekânı belirsiz düşsel bir atmosfere, Ada’ya götürüyor. Rüyaların değerli görüldüğü, rüya âlimlerine saygı duyulduğu, kitapların kıymetinin bilindiği, itinayla saklandığı, meşakkatli bir emekle, el yazmasıyla çoğaltıldığı, şiirin ve felsefenin kutsallaştırıldığı bir yer Ada.
Kehanetler, eski metinler, yazmanın büyüsü ve aşk umudu içinde olgunlaşan Egina’nın koyu mavi mürekkebin izinde seyreden serüvenine, Ada’nın kitaplar ve üzerinde yaşayanlarla kurduğu bilinçdışı bağ eşlik eder. Giderek herkesi etkisi altına alan bu garip atmosferde bir karar anı gelecektir; geri dönmek mi, kalmak mı? Salyangozun Yolculuğu, yalnızlığın, sabrın, büyümenin, yazı ve kitap dünyası ile yarı fantastik bir kurguda harmanlandığı, zamansız bir roman.
Hikâye, Egina’nın uydurduğu bir rüyanın yorumu sonucu kaderinin değişmesi ve kendini Ada’da bulmasıyla başlıyor. Egina’nın yalnızlığa alışması, geride bıraktıklarıyla hesaplaşması, yazı sanatına ancak belirli sınavlardan geçip tekâmül ederek kabul edilmesi, adeta yokuş tırmanan bir salyangoz gibi mücadelesi roman boyunca devam ediyor.
Egina’nın yazı sanatını öğrendiği üstadı Ario, ömrünü ilme ve kitaplara adamış bir yazı ustası. Gençliğinde yaptığı bir hata nedeniyle hâlâ acı çeken, kaybettiği aşkını özleyen Üstad, yıllar önce bir kereliğine onu ziyaret edip muhteşem bir şiir armağan eden ilham perilerine tekrar kavuşabilecek mi? Egina’ya annelik eden İda, kehanetlerle uğraştığı halde hep aklıyla hareket eden Kâhin, yazı sanatında ustasıyla yarışan Ahmet, şifacı Nalin ve diğerleri… Ada’daki herkes, kitapların ve Ada’nın büyülü atmosferinde bambaşka deneyimler yaşıyor.
“Ne yapmalıydım?” dedi Üstat. “Hayatımın tek aşkı beni ziyaret ettiğinde ona düşmanım gibi mi davranmalıydım? Yoksa karalar bağlayıp mutsuz mu olmalıydım?
İnsanın sevdiğini gördüğünde mutlu olmasından daha doğal ne olabilir?” “Görmüyor musunuz? Ada sizi yoldan çıkarıyor. Ada’nın düşünen bir beyni olduğunu ve hepimizin aklıyla oyun oynadığını görmüyor musunuz? Onun iradesi bizim irademizi yok sayıyor. Arzularımızı manipüle ediyor.”
Kâhin sustuğunda hepimiz nefesimizi tutmuştuk. Keyfimiz kaçmıştı.Üstadın durumu beni zaten endişelendiriyordu. Kâhini dinledikten sonra durum zannettiğimden de kötü diye düşünmeye başladım. Fener ışığının yarı gölgelendirdiği İda’nın yüzünün karmakarışık olduğunu görebiliyordum.
İÇİMİZDEN BİRİ SÖYLEŞİ SALYANGOZUN YOLCULUĞU
Salyangozun Yolculuğu fantastik bir adada geçen sıra dışı bir roman. Acayip bir ada burası: Kehanetlerin, rüyaların, el yazması metinlerin dünyası; zamanı mekânı belirsiz düşsel bir atmosfer. Küçük bir kızken köyünü ve ailesini geride bırakıp Ada’ya gelerek bir yazı üstadının atölyesine katılan Egina’nın yazmanın büyüsü ve aşk umuduyla yaşama tutunma mücadelesine tanık oluyoruz burada. Yalnızlıkla dokunan, aşkın doğasını, kaderi, yaşamı, ölümü sorgulayan; okumanın ve yazmanın derinlikleri, ustalık çıraklık, mahrumiyetin öğrettikleri üzerine düşündüren bir hikâye. İlk romanı Kayıp Düşler Peşinde 2013 yılında yayımlanan Nuran Durmaz ile yeni romanı Salyangozun Yolculuğu hakkında söyleştik.
Romanın oldukça farklı bir atmosferi var: Bir ada, bir kütüphane ve el yazması kitap atölyesi. Bunlar nasıl ortaya çıktı?
2013 yılının Haziran ayında Seferihisar’da edebiyat festivalindeydik. O sıralar yeni romanımla ilgili düşünüyor, nasıl bir hikâye ortaya çıkacağını bilmeden ipucu olabileceğini sezdiğim duygu kırıntılarını not alıyordum. Gökyüzünü dolunayın şenlendirdiği bir akşam, Teos Antik Kenti Murathan Mungan’ı ve Bejan Matur’u ağırlıyordu. O akşam, o atmosferde Murathan Mungan’ın Şairin Romanı’ndan okuduğu bölümler ve Bejan Matur’un şiirleri beni çok etkiledi. O sıralar Antik Yunan ile ilgili ne bulsam okuyor, Yunan trajedilerini
gözden geçiriyor, Sappho’yu elimden düşürmüyordum. Tüm bunlar, atmosferi ve genel çerçeveyi oluştururken beni etkilemiştir. Bu arada, Seferihisar’ın sembolü salyangoz. Bunu o zaman düşünmemiştim, ama roman bittikten ve ismi kesinleştikten sonra fark ettim böyle olduğunu.
Neden ada?
Yazmak yalnızlık ister. Dış dünyaya kapalı, kendine özgü mekanizmaları olan bambaşka bir dünya inşa etme çabasıdır yazmak. O yüzden, önce yazı ustalığı sonra yazarlığa doğru gelişen küçük bir kızın hikâyesinin Ada’da geçmesi şaşırtıcı değil. Roman ilerledikçe Ada bambaşka bir şey oldu. Tüm diğer karakterlerden rol çaldı ve kendini iyice parlatıp başkahramanlığa soyundu. Ada, mekân ya da sahne olmaktan öte, kendi başına bir kişilik gibi. Kendi istekleri, talepleri, hayalleri, üzerinde yaşayanlarla zihinsel bir bağı var. Bu anlamda Ada, belki sadece garip bir yer, fantastik bir atmosfer, belki hayatta ne olduğunu neden olduğunu bilemediklerimizin tamamı, belki kader, belki tanrı, belki Egina’nın bilinçaltı veya kolektif bilinçaltı ya da bunların hiçbiri değil, belki de sadece insanın çaresizlikten sığındığı her ne varsa bunların tamamı. Ada öyle farklı çağrışımlara açık ki, eminim her bir okur benim aklıma gelmeyen bambaşka özellikler atfedebilir ona.
Zamanı ve mekânı belirsiz diyorsunuz ama hikâye uzayda geçmiyor. Evet, modern hayattan uzak düşsel bir atmosfer anlatılıyor ama tarihe referans olabilecek, Sappho, Platon, Boethius gibi isimler var.
Yarı fantastik başka bir dünyadayız. Ancak bu dünyayı inşa ederken aslında ben gerçek dünyadan tamamen kopmadım. Kafamda belirli bir dönem belirledim. Bir kere matbaa öncesi olması gerekiyordu. Kitaplar elle yazılarak çoğaltılıyor çünkü. Antik Yunan’ın kültürel mirası hâlâ zihinsel arka planda etkisini hissettiriyor. Diğer taraftan, doğunun da bilim ve kültür anlamında daha fazla parladığı bir dönem. Papirüsten kâğıda geçilmiş. Kâğıdı ucuza üretmenin yolu bulunmuş. Üstat, uzun yıllar doğuda yaşamış, yazı sanatının inceliklerini oralarda öğrenmiş. Romanda geçen bütün kitap isimlerini kafamdaki yaklaşık döneme uygun olarak seçtim. Bu konuları tarihi bir roman yazıyormuş gibi araştırdım. Ancak dediğim gibi bu tarihi bir roman değil, daha çok fantastik bir roman. O nedenle, okurun bu konulara kafa yormasını istemediğimden, hangi dönemde ve nerede geçtiğini vurgulamadım.
Bir de el yazması kitap atölyesi var romanda. İlginiz var mıydı bu konuya?
El yazmasının, bir dönem için çok önemli olduğunu görüyoruz. Düşünsenize, matbaa öncesi dönemde sadece el yazmasıyla çoğaltılıyormuş kitaplar. Yazının bulunuşunu milattan yaklaşık üç bin beş yüz yıl önce, matbaanın kitap çoğaltımında devreye girmesini ise bin
dört yüzlerden sonra kabul edecek olursak insanlık, binlerce yıl boyunca, bilgiyi, kültürü, sanatı birbirine ve sonraki nesillere aktarmak için el emeğini kullanmış. Kitap çoğaltmanın zorluğu nedeniyle bir dönem için kitaplar ve kütüphaneler çok değerli. Okuyan ve düşünen insan için böyle. Cehaletten güç alan yağmacı zihniyet için ise korku kaynağı. Kitapların, kütüphanelerin yakılıp yok edilmesine bugün dahi şahit oluyoruz. Ama artık bugün kitap çoğaltmak çok kolay. Elektronik ortamda da saklayabiliyor, yayımlayabiliyoruz kitapları. Buralara nereden geldik diye geriye bakacak olursak o eski yazı ustalarına çok şey borçlu olduğumuzu hatırlarız. Bugün Homeros’un, Platon’un, Aristoteles’in yazdıklarını okuyabiliyorsak, onlar sayesinde.
Kâtiplik geleneğinin binlerce yıllık geçmişi var. Bugün entelektüeller için kullanılan mürekkep yalamış ifadesi bile bu gelenekten geliyor. Eskiden kâtipler yazı yazarken hata yaptıklarında biraz tükürükle düzeltirlermiş. Bu sırada ağızlarına mürekkep bulaşırmış. Bugün çok az sayıda insan tarafından da olsa bu gelenek sürdürülüyor. Bu konu eskiden beri çok ilgimi çekmiştir. Önemli teknik kuralları olan, ciddi sabır isteyen, çok meşakkatli bir iş yazı ustalığı. Bu konuyu araştırdıkça yazı ustalarına saygım daha da arttı. Bu konuyu ele alınca ister istemez yazı ustalığının teknik detaylarını çalışmam gerekti. Ayrıca yazı malzemeleri, kullanılan ekipman ve kitap ciltleme tekniklerini de epey araştırdım.
Üstat kendi hikâyesini anlatırken mahrumiyetin hikmetinden bahsediyor. Ada aynı zamanda bir mahrumiyet mekânı mı?
Tam da öyle. Maddi dünyanın pırıltılı cazibesinden uzakta, insanın kendiyle baş başa kaldığı bir yer Ada. Yalnızlıktan öte bir şeyden bahsediyorum. İnsanın kendisiyle yüzleşmesi için kendisiyle baş başa kalması gerekir. Ancak kendiyle baş başa kalan herkes bu yüzleşmeyi yaşamayabilir. Diğer taraftan, bunu gerçekten isteyen, kalabalıklar içinde dahi yaşayabilir. Günlük yaşamın hengâmesine kapılmadan kendi içine döndüğünde, kendiyle yüzleştiğinde ister istemez acı çeker insan. Egina, köyünde bu dünyaya neden geldiğini pek de düşünmeden yaşayıp gitseydi bu kadar acı çekmeyebilirdi. Ama, bu seçimi Egina’nın kendisi yapmıyor gibi. Belki de Ada onu çağırıyor ve zorla yanına alıyor. Egina, ailesinden uzakta Ada’da olmanın sıkıntılarını çok çekiyor, ancak bu sayede bambaşka güzellikler de keşfediyor. Hatta öyle ki, geri dönüş imkânı çıktığında, bu sefer bunu isteyip istemediği konusunda kararsız kalıyor. Egina’nın kendisi mi bu kararı aldı yoksa Ada mı onu yönlendirdi diye düşünüyoruz. Okur nasıl okumak isterse.
Okur nasıl okumak isterse dediğiniz için mi bazı detaylar muğlak kalıyor romanda.
Evet. Bir kere anlatıcımız hayal kurmayı seven ve kendi uydurduğu hikâyeleri gerçekmiş gibi anlatabilen güvenilmez bir anlatıcı. Bunu bize kendisi söylediğinden en azından samimi olduğunu düşünüyoruz. Ama yer yer bunları hayal mi etti yoksa gerçekten yaşadı mı diye düşünmeden edemiyoruz. Ada’nın fantastik oyunları da devreye girince, bir yerden sonra Egina’nın kendi kafası da karışıyor. Hayatta olduğu gibi kurmaca bir metinde de kesinlik olmadığını, farklı ihtimaller olduğunu düşünüyorum. Bu düşünce ister istemez yazdıklarıma yansıyor. O yüzden, kimi yerde öyle mi oldu, böyle mi, yoksa tüm bunları Egina mı uydurdu diye düşündürecek şekilde akıyor hikâye. Zaten tüm romanı kurgulayan,
hikâyenin anlatıcısı ve aynı zamanda kendi hikâyesini yazan kişi Egina. Yazar olarak ben aradan çekilip okur ile Egina’yı baş başa bırakmaya çalıştım. Bunu ne ölçüde yapabildim bilmiyorum. Roman çalışması uzun soluklu bir süreç. Yıllarca devam ediyor ve bu süre boyunca hep romanın konusuyla, karakterleriyle yatıp kalkıyorsunuz. Etrafında olup biten her şeyin romanda yansımasını aramaya başlıyor insan. Bu arada karakterler ete kemiğe bürünüyor. En mahrem sırlarınızı paylaştığınız en yakın arkadaşlarınız oluyor. Bu romanı yazarken bu durumu abartılı yaşadığım bir tecrübem de oldu. Çalışmaya ara verdiğimde, elime bir şiir kitabı almış okurken, Egina acaba şu anda ne yapıyor, beni dinliyor olabilir mi diye düşündüm. O an Egina bana o kadar sahici gelmişti ki, bu düşünce kendiliğinden satırlara sızdı. Bir yerde Egina fısıltılar duyuyor, birinin kendisine şiir okuduğunu zannediyor. Bir edebiyat eserinde bu tür oyunları seviyorum.
Romanda pek çok kitaba gönderme ve birtakım alıntılar var. Bu kitaplar neye göre seçildi, neden kurguya aldınız bu kitapları.
Romanı yazmakla uğraştığım dönem, kendi başıma daha fazla vakit geçirdiğim, her zamankinden fazla kitap okuduğum bir dönemdi. Özellikle Antik Yunan’ı anlatan kitapları, Hesiodos’u, Homeros’u, Yunan trajedilerini, Platon’un eserlerini okuyordum. Romanda adı geçen veya alıntı yaptığım kitapları seçerken ise birkaç şeye dikkat ettim. Birincisi, dönem olarak benim aşağı yukarı olayların geçtiğini düşündüğüm zaman diliminden önce yazılmış olması, ikincisi Ada’nın ve Ada üzerinde yaşayanların temel meselelerine yakın konuları ele almış olması gerekiyordu. Egina Ada’da sürekli okuduğundan ve bazı kitapların nüshalarını yazdığından kitapların akışa eklenmesi kendiliğinden oldu. Platon’un Sempozyum’u, Phaidros’u, Sappho’nun şiirleri, Boethius’un Felsefe’nin Tesellisi gibi.