top of page

KOŞMASAYDIM YAZAMAZDIM

Bir yazar koşu tecrübesini anlatırken neden bahseder? Murakami, koşmaya nasıl başladığını, neden koştuğunu, uzun soluklu koşunun ona neler hissettirdiğini anlatırken, bir taraftan da kendi yazma tecrübesini ve ilerleyen yaşın zorluklarıyla başa çıkma çabalarını dile getirmiş. Yazar, 1982 yılında caz barını satıp sadece yazmakla uğraşmaya başladığı sıralarda, beden zindeliğini korumak için koşmayı seçmiş. Sonra da anlaşılan hızını pek alamamış. Koştuğu maratonları, çifte maratonu, koşu öncesi hazırlıklarını, sonrasında neler hissettiğini bazen eğlenceli bazen de hüzünlü bir dille anlatıyor.

Murakami, yazarlık ile maraton koşmanın paralelliğinden bahsederken, her iki faaliyetin de içten gelen bir motivasyonla beslendiğini, dışarıdan bir onay beklemediğini söylüyor. Yazdıklarının, kendi standartlarını karşılayıp karşılamadığı çok önemli onun için. Kaç adet sattığı, hangi ödülleri kazandığı, ne gibi eleştiriler aldığının ise önemi yok. Yazar bunu söylemekle birlikte, sadece kendi içsel dürtüleriyle beslenen yazma hevesinin bir yerde anlaşılma ihtiyacı ile ilgili olduğunu da itiraf etmekten çekinmiyor.

İnsanlar birbirinden çok farklı değer yargılarına ve dolayısıyla çok büyük fikir ayrılıklarına sahip. Bu durum, bir yazarın iyi anlaşılmasını zorlaştırır. Yanlış anlaşılmak ve eleştirilmek ise hiç kimse için hoş değil, aksine oldukça acı verici bir tecrübe.

Yaratıcı yazarlığa öyle ya da böyle ilgi duyan herkesin severek okuyacağı bir kitap.

HarukiMurakami.jpg
AnlatıOrmanları.jpg

ANLATI ORMANLARINDA ALTI GEZİNTİ

 

Umberto Eco’nun Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti’si, Harvard Üniversitesi’nde sunduğu konferans metinlerinden oluşuyor.

Nasıl iyi okur olunur konusunda bir rehber kitap gibi Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti.

Okur, bir anlatıyı takip ederken metinle öyle ya da böyle işbirliği yapar. En azından yazarın bıraktığı boşlukları kendince doldurur. Böylece örnek okur olma yolunda ilk adımı atar. Anlatı ormanında ilerledikçe yol bir süre sonra çatallanmaya başlar. Artık her adımda bir seçim yapmak zorunludur. Hatta okur, anlatıcının seçimlerini önceden tahmin etme oyununa başlar. Oraya buraya bırakılan ipuçlarını takip ederek kurmacayı çözemeye çalışır. Anlatının dili, tonu, zaman seçimi, olayların gelişim hızı, aslında metne dair her detay bir ipucudur.

Örnek okur, ampirik okur değil Eco’ya göre. Ampirik okur, metni değişik biçimlerde okuyabilir. Çoğu zaman da anlatıyı, kendisinde rastlantısal olarak uyandırdığı tutkuların bir mahfazası gibi kullanır. Burada, derin bir üzüntü halindeyken komedi filmi izleme konusunu örnek veriyor Eco. Bu durumdaki izleyici için gülmek zordur. Ampirik izleyici, filmi yanlış okumaktadır. Neye göre? Yönetmenin düşünmüş olduğu seyirci tipine göre.

Örnek okur, sadece metinle işbirliğine gidecek kişi değil, yazarın yaratmaya çalıştığı okurdur aynı zamanda. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan bir anlatıyı dinlemeye hazırlanan kişi bir çocuk veya sağduyunun ötesinde bir hikâyeyi dinlemeye hazır bir kişi ise ancak örnek dinleyici olabilir.

Kurmacanın büyüsünü çok iyi analiz eden, okuma faaliyetinde okurun etkin rolüne ağırlık veren çok önemli bir kitap Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti.

ROMAN SANATI

E.M.Forster’ın Roman Sanatı adlı kitabı, 1927 yılında Cambridge Üniversitesi’nce düzenlenen bir dizi konuşmanın derlemesi. Söyleşi havasındaki konuşmaları kitaba aynen aktarılmış. Konunun inceliklerini titizlikle ve kendi dönemine göre oldukça özgün bir yaklaşımla ele alan bu kitabın roman sanatı üzerine temel yapıtlardan biri olduğunu söylemek gerek.

“Hepimiz romanın en önemli yönünün hikâye anlatmak olduğunu kabul ederiz.” diye söze başlıyor Forster. Diğer taraftan, keşke romanların ortak yönü hikâye anlatmak olmasaydı, keşke en büyük ortak yön “ezgi” gibi “gerçeğin kavranması” gibi değişik bir şey olsaydı diyerek, romancılığı başka bir boyuta taşıma arzusunu dile getiriyor.

Roman kişileri tanıdığımız insanlardan daha gerçek kişilikleriyle ortaya çıkar. Günlük yaşamda birbirimizi hiçbir zaman anlayamayız, çünkü ne biz başkalarının içinden geçeni okuyabiliriz, ne de onlar içlerindekini tam olarak açığa vurur. Oysa romancı isterse romandaki kişileri okuyucuya bütün yönleriyle tanıtabilir. Roman kişileri soydaşları olan insanlardan daha kaypak, daha ele avuca sığmaz kimselerdir.

Roman kişileri “yalınkat” ve “çok yönlü” diye ikiye ayrılır. Yalınkat kişiler birkaç nitelikten oluşan, tek bir cümleyle özetlenebilen kişiler (tip, karikatür) iken; çok yönlü kişiler tüm yönleriyle yaratılmış karmaşık kimselerdir. Romanda yalınkat karakterlerin varlığını eleştirenlere karşı çıkıyor Forster. Ona göre, karmaşık bir roman çoğu zaman çok yönlü yuvarlak kişiler kadar yalınkat kişiler de gerektirir.

Aristoteles’in “insanların tüm mutlulukları, tüm acıları eylem biçiminde belirir” sözüne karşı çıkarak, mutluluk ve mutsuzluğun asıl yerinin her insanın için için yaşadığı gizli yaşamda olduğunu söylüyor. Forster’a göre Roman Sanatı’nın asıl işlevi insanların iç dünyalarını gün ışığına çıkarmak. Bu konuda şöyle diyor:

Eğer insanoğlunun yaradılışı bir gün değişirse, bireyler kendilerine yeni bir gözle bakmayı başardıkları için değişecektir.

RomanSanatı.jpg
VladimirNabokov.jpg

EDEBİYAT DERSLERİ

Bir edebiyat eseri nasıl okunur? Bunun ötesinde, bir sanat eserinden nasıl zevk alınır? Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, dönemin ünlü klasiklerini değerlendiriyor.

 Nabokov, ayrıntıları en ince noktasına kadar incelemeyi seven bir yazar. İyi bir okur, usta bir okur, etkin ve yaratıcı okur, yeniden okuyandır, diyor Nakokov. İlk okumada kitabı tanımaya gayret ediyoruz. Zamanını, mekanını, kitabın ne hakkında olduğunu anlamaya çalışırken sanatsal bir değerlendirme yapmamız zor. Ancak ikinci okumada bu gibi detaylara hâkim olduğumuzdan, eserin sanatsal yönünü kavramaya odaklanabiliriz.

Aslına bakarsanız, bütün kurmaca kurmacadır diyor Nabokov. Bütün sanat aldatmacadır. Bütün büyük yazarların kurduğu dünyalar, kendi mantığı, kendi kuralları, kendi rastlantıları olan düş dünyalarıdır. Kurulan bu dünyada anlatılanları bugünün dünyasına uyarlamak gayet mümkündür. Nabokov ile birlikte belli başlı klasikleri incelemek titiz ve detaylı bir çalışma gerektiriyor. Nabokov’un Edebiyat Dersleri’ni okuyabilmek için bu kitapta ele alınan eserleri baştan okumak, hatta detaylı incelemek şart gibi. Ancak o zaman Nabokov’un bakış açısına vakıf olabiliyorsunuz.

SANATIN İNSANSIZLAŞTIRILMASI VE ROMAN ÜSTÜNE DÜŞÜNCELER

İspanyol Filozof Josê Ortega Y Gasset’in 1925 yılında kaleme aldığı Sanatın İnsansızlaştırılması ve Roman Üstüne Düşünceler,  sanat eseri kavramı ve roman sanatı üzerine ilginç düşünceler ve sorular içeriyor.

Kitabın ilk yarısı ağırlıklı olarak sanatın insansızlaştırılması üzerine. Sanat bir zorunluluk değildir, keyifli bir kapristir. Madem sanat dışsal bir gerçeğe yaslanarak yaşayamıyor, o halde varlığını kendi kendisine yaslanarak haklı göstermek zorundadır. O haklılık nedeni bir tane olabilir. Zevk vermek. Kant’ın bir estetik yargıyı haz ile birlikte düşünmesi gibi, Gasset de sanatın amacının sadece ve sadece zevk vermek olduğunu düşünüyor. Sanat da aşk gibi mahrem bir olaydır, dışarıdan gelme değil, içten doğma; o nedenle anlamını kendisinin dışındaki fiziksel gerçeklerde arayamaz, arasa bile bulamaz.

Kitabın ikinci yarısında roman sanatını ele alan Gasset, romanın bir tür olarak varlığını sürdürebileceği konusunu sorguluyor. 1925 yılında bir değerlendirme yaparken romanın tükenmiş olduğunu, kendi kendisini tekrarlamaktan başka çaresi kalmadığını düşünüyor. Belki de o zamanlarda bir sanat filozofunun böyle düşünüyor olması bugün için hala roman sanatının kendini yeniden ortaya koyma çabasında olduğunu düşündüğümüzde umut vericidir.

Sanatınİnsansızlaştırılması.jpg
madame bovary.jpg

İyi bir okur, usta bir okur, etkin ve yaratıcı okur, yeniden okuyandır. İlk okumada kitabı tanımaya gayret ediyoruz. Zamanını, mekanını, kitabın ne hakkında olduğunu anlamaya çalışırken sanatsal bir değerlendirme yapmamız zor. Ancak ikinci okumada bu gibi detaylara hâkim olduğumuzdan, eserin sanatsal yönünü kavramaya odaklanabiliriz. Sanatsal bir değerlendirme yapabilmek için hayal gücünü devreye sokmak gerekiyor. Ancak hayal gücünün beslendiği kaynak, kişinin kendi geçmişine ait, nostaljiyle hatırladığı bir yaşam biçimi olmamalı. Bu anlamda esere uzak durmalı, bu uzaklıktan zevk alırken aynı zamanda herhangi bir başyapıtın iç dokumasının tadını tutkuyla çıkarmalıyız. Hem mesafe koymak hem de tutkuyla sarılmak nasıl oluyor derseniz, benim anladığım, duygusal okuma yapmak yerine romanın bizde bıraktığı duygusal izleri akılla yorumlamak gibi bir şey. İşte o zaman bir başyapıtın sanatsal güzelliğinin tadına tam anlamıyla varabiliyoruz.

 

Bir yazar, üç bakış açısından ele alınabilir. Bir hikâye anlatıcısı olarak, bir öğretmen olarak, ya da bir büyücü olarak düşünülebilir. Büyük bir yazar bu üçünü kaynaştırır ama üstün gelen ve onu büyük bir yazar yapan ondaki büyücüdür. O büyünün tadını çıkarmak için akıllı okur, dehâ ürünü eseri yüreğiyle değil, aklıyla değil, belkemiğiyle okur.

 

Madam Bovary’yi bir de Nabokov ile birlikte okumak gerçekten çok keyifli. Onun bakış açısı bambaşka. Peri masalı olarak adlandırdığı romanın, biçem açısından şiirden beklenen etkiyi düzyazıda yapabildiğini söylüyor. Muhakkak ki bu eserin Fransızca okumasından alınacak lezzeti başka bir dile çevirisinden almak mümkün değil. Ancak, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Nurullah Ataç ve Sabri Esat Siyavuşgil çevirisinin oldukça başarılı olduğunu söylemem gerek.

 

İzlekler de önemli. Katlar ya da kat kat pasta izleği örneğin. Bunu daha birinci bölümde, Charles’ın şapkasındaki kat detayında yakalamış Nabokov. Sonrasında, Charles ile Emma’nın düğünündeki pasta var. Düğünde kaçınılmaz olarak kat kat bir pasta -gene pek zevksiz, pek zavallıca bir şey- sunulur davetlilere. Pastanın nasıl zevksiz bir görüntüye sahip olduğu en ince detayıyla anlatılır. Pasta izleği bir nevi gösteriş merakının bayağılığını ve temelsiz sahte bir şeylerin varlığını daha iyi ortaya koymak için düşünülmüş olmalı. Düğün pastasının detayları bize tam da bu hissiyatı veriyor. Ve tabii ki en sonda Madam Bovary öldüğünde, Charles onun kat kat etekleriyle birlikte, gelin elbisesiyle, beyaz iskarpinleriyle ve başında taçla gömülmesini istiyor. Tutkulu sahte aşkların peşinde kendini harap etmiş kadın, bir bakire gibi gelinliğiyle gömülüyor. Bu da yine bize, romandaki başlıca karakterlerin sahteliğini, bayağılığını, hakikati hiç önemsemeyen, nasıl görünmek gerektiğini fazlasıyla vurgulayan yaklaşımlarını düşündürüyor. Bir de tabii, Charles’ın hiçbir zaman gerçek anlamda karısı olamayan Emma’yı, birliktelik hayallerinin en taze olduğu günündeki haliyle hatırlamak istemesinden de daha doğal bir şey olamaz.

 

Kat kat olma izleği, romanın biçemiyle de örtüşüyor. Görsel ayrıntıların art arda dizilmesi, şunun ardından bunun gelmesi, şu ya da bu duygunun gitgide yoğunlaşarak birikmesi… Ufkun sonuna vardınız mı, Saint-Jean bayırının yukarıdan aşağı, değişik büyüklüklerde, uzun, kırmızı serpintileriyle çizgi çizgi olmuş, dik yamaçlarıyla Argeuil ormanının meşeleri serilir önümüzde; bu serpintiler yağmur izleridir, dağın boz rengi üzerinde, ince ağlar gibi beliren bu tuğla renkleri de çevredeki pek çok maden suyu kaynağının varlığından ileri gelir.

 

Nabokov’un, Madam Bovary hakkında değerlendirmeleri çok acımasız. Ben bu duyarlı kadının, kendini, içine hapsolmuş olduğu philistine topluluğunun dışına atacak bir gücü veya iradesi olmadığını, ancak tek arzusunun hep bir şekilde bunların dışına çıkabilmek olduğunu düşünmüştüm. Ve Paris’e gidebilseydi, belki bir şeyleri değiştirebilirdi diyebilirdim. Nabokov’u okuduktan sonra, romandaki en önemli philistine’in belki de Emma’nın ta kendisi olduğuna ikna oldum. Lükse olan düşkünlüğü, işini bilir taşralı özellikleri dikkate alındığında, tutkulu aşklar gibi görünen ilişkilerinin aslında tamamen kendisini avutmak için sığındığı hayaller olduğunu daha iyi anladım. Lükse düşkünlüğü de bu yüzden. Kendi sosyal statüsünü olduğundan daha iyi bir yerlerde görme istediğinin bir sonucu.

 

Emma’nın çok büyük aşk yaşadığını zannettiği adamların ikisi de serseridir. Aslında Emma’yı gerçekten seven tek kişi kocası Charles’dır. O da philistine’dir, ama aynı zamanda acınacak bir insandır. Onunla tanışacağı zaman, Emma’nın çiftliğine yaklaşırken Charles’ın atı ürker. Adamın sakin yaşamının alt üst olacağını sezmiş gibidir. Charles’ın sevdiği Emma, belki de hayallerinde besleyip büyüttüğü bir fanteziden ibarettir. Onu gelinliğiyle gömdürmek istediğine göre, onu hep evlendiği ilk günkü haliyle hatırlamak istemektedir. Emma’yı Charles’ın gözünden gördüğümüz bölümlerde Emma, zarif, hassas, romantik bir kadın olarak çizilir. Charles Emma’yı farbelalı mavi giysisi içinde zarif tırnakları ve saç biçimiyle görür. Başının eğilişine göre hafiften derinleşen ince bir çizgiyle ayrılan öylesine düz saçları, şakaklara doğru dalgalı bir hareketle gider, arkada gür bir topuzda birleşir. Charles, Emma’nın saçının her kıvrımına hâkim olacak kadar dıştan nasıl göründüğünü iyi biliyor olmakla birlikte, kadının içinde yanan ihtiras ateşine, bu kadarı da olmaz dedirtecek kadar kör ve sağırdır.

Nabokov’un Gözünden Madam Bovary

Bir edebiyat eseri nasıl okunur? Bunun ötesinde, bir sanat eserinden nasıl zevk alınır? Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, Austen’in Mansfield Park’ını, Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Flaubert’in Madame Bovary’sini, Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Her bir okuma en ince detayına kadar inceleme içeriyor. Bu yazıda, Nabokov’un çok önem atfettiği Madam Bovary incelemesini ele aldım.  

Öncelikle, yazarın okuma tekniğinden bahsetmem gerek. Nabokov, ayrıntıları en ince noktasına kadar incelemeyi seven bir yazar. Ona göre, kitabı genel yargılarla okumaya başlamak en yanlış okuma yöntemi. Mümkünse hiçbir şey bilmeden okumaya başlamak gerek. Kimi zaman ıvır zıvır diyebileceğimiz ayrıntıları sevgiyle biriktirdikten sonra genellemelere varmakta yanlış bir şey yok. Ama daha Madame Bovary’yi okumaya başlamadan önce, asıl konunun burjuvazinin kınanması olduğunu düşünmeye başlamak, hem yazara hem de esere büyük haksızlık. Sanat eserinin, her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız. Öyleyse bir kitabı okumaya başladığımızda ilk yapmamız gereken şey, bu yeni dünyayı olabildiğince detaylı incelemek. Bu dünyanın, halihazırda bildiğimiz dünyalarla bariz hiçbir bağlantısı olmadığını düşünmeliyiz.

Nabokov bir romanı incelerken, önce romanın geçtiği mekan(lar)ı ve zamanı doğru tespit etmek için epeyce emek harcıyor. Örneğin, Madam Bovary’de adı geçen yerlerden Rouen dışındakilerin hepsinin uydurmaca olduğunu tespit etmiş. Kitaptaki olayların geçtiği dönemde ülkede neler oluyor, yönetimde kim var, yazarın romanı yazdığı dönem ile romandaki olayların geçtiği dönem ne kadar örtüşüyor? Çağın diğer önemli yazarları kimler? Onlar aynı dönemde hangi eserleri vermiş? En başta tüm bunları ortaya koyduktan sonra romanı okumaya başlıyoruz. Ancak bu bilgileri romana referans olsun diye toplamıyoruz. Çünkü Madam Bovary’nin içinde yaşadığı toplumsal çevre, topkı Bovary’nin kendisi gibi, Flaubert tarafından romanın amacına uygun olarak yaratılmıştır. Bunun böyle olması, dönemin koşullarını etraflıca bilme ihtiyacını ortadan kaldırmaz.

Nabokov’un en sevdiğim özelliklerinden biri, genel geçer doğruları, doğruluğundan şüphe etmeyi aklımıza getirmediğimiz konuları yeniden ele alıyor ve kalıplaşmış yargıları bir güzel ameliyat ediyor oluşu. Örneğin Madame Bovary roman kahramanlarının çoğunun burjuva olduğu konusundaki genel değerlendirme hakkında söyledikleri önemli. Romanı böyle basma kalıp bir fikirle okumaya başlamak yerine, bizi konuyu biraz da derin düşünmeye davet ediyor Nabokov. İlk başta Flaubert’in burjuva’dan ne anladığını bilmezsek romanı doğru okumamız mümkün değil. Flaubert için, burjuva sözcüğünün “kentte yaşayan” anlamı dışında philistine, yani “yaşamın maddi yönüyle ilgili ve yalnızca yerleşik geleneksel değerlere bağlı kişi” anlamı daha ön planda. Philistine kelimesi görgüsüzlük, gösteriş merakı ve zevksizlik anlamları da içeriyor. Aslında roman şehirde değil kırsalda geçiyor. Eseri bu bilgiyle gözden geçirince, karakterlerin nasıl çizildiği, olayların nasıl geliştiğine dair daha anlamlı bir görüşe sahip olabiliyoruz.

 

Ne zaman pastanın üzerindeki çikolatadan sarkan Kupid (Latin mitolojisinde aşk meleği) detayı karşımıza çıksa, ortada sahte bir aşk olduğunu anlıyoruz. Tutkulu bir aşka şahit olacak gibiyiz, ancak bu aşk temelsiz, hakikatten uzak ve sahte. Emma, ikinci aşığı Léon ile Rouen’deki otel odasında buluştuğunda da bronz çalar saatin üzerinde bir Kupid vardır.

 

Bir de mavi rengi bir izlek olarak görüyoruz. Emma Bovary, yaşadığı aşklardan elbisesine kadar baştan aşağı mavili bir kadın. Rodolphe’un Emma’yı baştan çıkardığı bölümde, Emma’nın uzun mavi peçesi yılan gibi kıvrılarak başlı başına bir roman karakteri olur. Romanın sonuna doğru arsenik de mavi bir şişede karşımıza çıkacaktır. Mavi kavanozu kaptı, tapasını çıkardı, elini daldırdı, ak bir tozla doldurup çekti, ak tozu yemeye başladı. Cenazede de dağ bayır her yeri saran sis mavidir.

 

Romantik kelimesinin bambaşka anlamları var bu romanda. Nabokov’a göre, kitabın da kitaba konu olan kadının da romantik olmaktan anladığı, en belirleyici özelliği büyük ölçüde edebiyattan (romantikten çok romanesk bir edebiyattan) derlenmiş pitoresk olasılıklar üzerinde yoğunlaşmak olan, hülyalı, hayalci bir zihin alışkanlığı. Emma Bovary akıllıdır, duyarlıdır, az çok iyi eğitim görmüştür, ama boş kafalıdır; çekicidir, güzeldir, incedir ama bunlar ondaki ölümcül philistine’lik eğilimini dışlamaz. Kurduğu egzotik düşler, içten içe genel geçer yargılara dört elle sarılan, geleneksel’i çiğnemek için en geleneksel yollara başvuran (gelenekseli aşmanın en geleneksek yöntemi de evlilik dışı ilişkidir çünkü) bir taşra burjuvası olmasını engelleyemez.

 

Emma, romansların, az çok egzotik denebilecek romanların, romantik şiirlerin bıkmak bilmez bir okurudur. Aşinalık kurduğu yazarların bazıları birinci sınıftır, Walter Scott ya da Victor Hugo gibi. Ama önemli olan, yazarların iyi ya da kötü olmaları değil, Emma’nın kötü bir okur olmasıdır. Kitap okurken heyecanlara kapılır, sığ ve çocukça kendini o ya da bu roman kişisinin yerine koyar. Emma’nın bu romanları okuyuş şekli ve duvarın yonca biçimli nakışları altında, dirsekleri taşa dayalı, çenesi ellerinde beyaz atlı prensini bekleyen şato hanımları gibi yaşamak arzusu ne kadar bayağı olsa da, Flaubert’in anlatımı öyle değildir. Flaubert, kaba saba hatta zaman zaman tiksinç olabilecek detayları sanatsal açıdan dönüştürmeyi, dengelemeyi çok iyi bilmektedir. Nabokov’a göre Flaubert’i iyi yazar yapan özelliklerinden belki de en önemlisi budur. Sonuçta Nabokov da Flaubert gibi bir estettir.

Madam Bovary, gerçekçi ya da doğalcı bir roman değildir. Flaubert romanın kurgusunu kendi vurgulamak istediği philistine yaşam tarzı üzerine oturtmuştur. Bu sebeple de olayların akışında gerçekçilik aramak anlamsızdır. Geceleri uyandığında yatakta karısının tarafını boş bulan Charles’ın durumdan şüphelenmemesi, yöredeki işgüzarlardan birinden bir mektup almaması, Mösyö Homais’in Emma’nın gönül serüvenlerini hiçbir zaman fark etmemesi bu yüzdendir. Bu durum, philistine davranış biçimine de oldukça uygundur. Kendi çıkarları için olmadıkça veya kendine zarar verme ihtimali olan durumlardan kaçınmak için gerçekleri görmezden gelir bu insanlar.

 

Aslına bakarsanız, bütün kurmaca kurmacadır diyor Nabokov. Bütün sanat aldatmacadır. Bütün büyük yazarların dünyaları gibi Flaubert’in dünyası da kendi mantığı, kendi kuralları, kendi rastlantıları olan bir düş dünyasıdır. Kurulan bu dünyada anlatılanları bugünün dünyasına uyarlamak gayet mümkündür. İşte bu yüzden Flaubert zaman ve mekan sınırlamaları dışında bir sanat eseri yaratabilmeyi başarmıştır.

 

Nabokov’un Mansfield Park okumasına baktığımızda, romanı en ince detayına kadar incelediğini, tüm tarihleri not alarak olayların akışıyla eşleştirdiğini, mekanları tasavvur ettiğini, belli başlı sahnelerin geçtiği yerlerin haritasını çıkardığını görüyoruz. Nabokov, bu çalışmayı titizlikle yürüttükten sonra romanı yorumlamaya başlayarak, iyi okur olmayı hedefleyenlere önemli bir ders vermiş oluyor.

 

Sözkonusu eser Jane Austen’ın Mansfield Park’ı olduğunda, biraz da “antikacı” özeni ve hassasiyeti devreye giriyor. Nabokov’u, Mansfield Park okuması yaparken elinde bir büyüteçle hayal etmek mümkün. İncecik kanatlı hassas kelebekleri incelerken gösterdiği özeni, Mansfield Park’ı okurken de göstermiş olmalı. Üstelik Jane Austen’ın üslubu, Nabokov’un özellikle kendini yakın hissettiği bir üslup değil. Bunun böyle olduğunu yorumlarındaki birtakım ifadelerden anlayabiliyoruz. “Onun nazik desenleriyle, pamuk içinde yatan yumurta kabukları koleksiyonuyla belli ölçüde eğlendik. Ama bu eğlence zorlamaydı. Belli bir ruh haline girmemiz, belli bir şekilde odaklanmamız gerekti. Şahsen, porselenden ve küçük sanatlardan hoşlanmıyorum ama bazen kendimi, yarı şeffaf değerli bir Çin porseleni parçasına bir uzmanın gözleriyle bakmaya zorluyorum.”

 

Bu durum, Nabokov’un Mansfield Park’ı okurken verdiği emeğin değerini daha da ortaya çıkarıyor. Okur açısından üçüncü önemli derstir bu. Bir yazarın üslubunu sevmemeniz, yaklaşımını kendinize yakın hissetmemeniz o eserin değerini düşürmez. İyi bir okur, her durumda iyi bir eserin hakkını verecek bir okuma yapabilmelidir. Nabokov’un, Jane Austen’ın kompozisyonunu biraz “örümceksi” bir tavırla ortaya koyduğunu düşünüyor olması, onun sanatçı dehasını görmesine engel değil.

Nabokov’un Gözünden Mansfield Park

 

Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşuyor. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte, Austen’in Mansfield Park’ını, Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Flaubert’in Madame Bovary’sini, Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Bu yazıda, Nabokov’un Mansfield Park incelemesini ele aldım.  

 

Kitapta, bahsi geçen romanlar en ince detayına kadar Nabokov ile birlikte okunuyor ve inceleniyor. İlk aldığımız ders, detayları sevmenin önemi üzerine. Eserin sanat değerinin detaylarda gizli olduğunu, bu değerin tadına varabilmek için romana bir iz sürücü gibi yaklaşmak gerektiğini, ipuçlarını koklamanın, roman boyunca izini sürmenin, detaylar üzerinde düşünmenin önemini anlıyoruz. İkinci kritik ders ise, genel geçer yorumlara, basma kalıp görüşlere prim vermeyip kendi öznel değerlendirmemizi yapmamızla ilgili. Özellikle klasik eserler yıllardır okunup değerlendirildiği, bazıları defalarca filme aktarıldığı için, romanla ilgili, hatta başlıca karakterler hakkında ister istemez toplumsal bir görüş oluşuyor. Bazen farkında dahi olmadan bu görüş bilincimize sızabiliyor, kendi görüşümüzmüş gibi içimize yerleşebiliyor. Bu durumda, romanı ezberden okuyup ezberlenmiş değerlendirmeleri yapma riskiyle karşı karşıya kalıyoruz. Oysa Nabokov, “bir sanat eserinin her durumda yeni bir dünyanın yaratılması olduğunu daima anımsamalıyız” anlayışında. Bu dünyayı olabildiğince yakından incelemeli, bu dünyaya tamamen yeni bir şeymiş gibi yaklaşmalıyız.

 

Nabokov, tüm roman incelemelerinde yaptığı gibi, yine tarihleri not alarak başlıyor işe. Mansfield Park’daki balonun 22 Aralık Perşembe günü düzenleniyor olmasından hareketle,  romanın örgüsünde zirve diyebileceğimiz olayın 1808 yılında gerçekleşmiş olabileceğini, eğer böyleyse, o tarihte Fanny Price’ın on sekiz yaşında olması gerektiğini, çünkü kızın malikaneye 1800 yılında on yaşındayken gelmiş olduğunu tespit ediyor. Bu tarihleri tam olarak tespit etmenin romanın sanatsal değeri açısından ne önemi var bilmiyorum. Belki bu roman için çok da önemli değil, ama önemli olabileceği durumlar da olabilirdi. Nabokov hep aynı sistematik yaklaşımla ilerlediği için, ilk başta kronolojiyi çıkarıp bakıyor. İkinci olarak baktığı ise, mekân isimleri. İngiltere’nin göbeğinde Northampton diye bir yer var, ancak Mansfield Park diye bir yer yok. Belki bugün bu gibi detayları tespit etmek çok kolay, ancak eminim Nabokov zamanında öyle değildi. Bu meseleleri hallettikten sonra romanın yaklaşımını, neyi nasıl anlattığını incelemeye geçiyoruz. Nabokov’un deyimiyle, “bir nevi makine aksamını çözme işi” yapacağız.

 

Jane Austen, dört tane karakterleştirme yöntemi kullanmış. İlk yöntem, Austen’in alaycı zekâsını, cevherini bolca ortaya koyan doğrudan tasvir: “Kendisinin ve oğlunun kaygılarından başka hiçbir şeyin sonucunu düşünmeyen, iyi niyetli, medeni, sıkıcı ve kendini beğenmiş bir kadın olan Mrs. Rushworth de, Leydi Bertram’a, ille Sotherton’a gelsin diye ısrar etmekten henüz vazgeçmemişti. Leydi Bertram onun çağrısını her seferinde geri çeviriyordu, ancak davranışı öyle yumuşaktı ki Mrs. Rushworth aslında onun gelmek istediğini sanıyordu.”

İkinci yöntem, doğrudan alıntılanan konuşma. Yalnızca konuşanın ifade ettiği fikirler değil, aynı zamanda konuşma biçimi, hal ve tavırları ile konuşan karakteri okuyup canlandırmak okura düşüyor.

mansfieldpark.jpg

 

Kısacası, iyi bir sanat eserinden zevk alabilmek için ön yargılarımızı ve hayat görüşümüzü bir kenara koymayı bilmeliyiz. Aksi taktirde, kendimizi dar bir alana hapsetmiş oluruz, bu da bizi dar görüşlü yapar veya gerçekte dar görüşlü olduğumuzu ortaya koyar. 

Mansfield Park incelemesine gelecek olursak, Nabokov romanın tam bir peri masalı olduğunu söylüyor. Ama zaten ona göre tüm romanlar bir anlamda peri masalıdır. Bununla birlikte Nabokov, Austen’ın tavır ve malzemesini eski moda, yapmacık ve gerçekdışı görmenin kötü okurun düşeceği bir yanılgı olduğu görüşünde. İyi bir okur, kitaplardan bahsedildiğinde, gerçek yaşam, gerçek insanlar gibi unsurların anlamsız bir yaklaşım olduğunun farkında olmalı. 

 

İyi romanlardaki ilk cümle (iyi filmlerdeki ilk sahne gibi), etkin okur için çok önemlidir. Bu ilk cümleden, romanın neyi mesele ettiğini, hangi konuyu deşmek istediğini, yazarın üslup ve yaklaşımını görmek mümkündür. Mansfield Park’ın ilk cümlesine bakalım: “Otuz yıl kadar önce Huntington’lu Miss Maria Ward, yalnızca yedi bin sterlin ağırlığı olduğu halde, başına talih kuşu konmasıyla Northampton Eyaleti’nden Mansfield Park malikânesinin sahibi Sir Thomas Bertram’ı kendisine âşık etti ve böylece bir ‘baronet karısı’ konumuna yükselerek görkemli bir konak ve bol gelir sahibi olmanın tüm nimetlerine kondu.”

 

Bu ilk cümleden romanın sınıf mücadelelerini, evlilik meselelerini ele alacağını, aşk ilişkilerinin romanın merkezinde olacağını söylemek mümkün. Ayrıca, yazarın bu konulara ironik bir üslupla yaklaştığını, toplumla hafiften dalga geçerek okuru eğlendireceğini de ilk cümleden hareketle sezebiliriz.

 

Okur eldeki malzemeyi toplayıp kendi zihninde karakteri canlandırıyor. Bazen karakterin ne söylediğinin çok da önemi yoktur. Ancak neyi nasıl söylediği, seçtiği kelimeler, cümle kuruş şekli bize karakterle ilgili pek çok ipucu verir.

Üçüncü yöntem, aktarılan konuşma üzerindedir. Konuşma, karakterin davranış tarzını alıntılıyor veya bir tasvirini ima ediyor. Mrs. Norris’in, “Hiç kimse bolluğu, misafir ağırlamayı benim kadar sevmesin, eli sıkılıktan benim kadar iğrenmesin!” cümlesinden kadının eli sıkı olduğunu, maddi konulara verdiği önemi çıkardığımız gibi, hafif dobra ve yüksek sesle konuşan gürültücü bir kadın olduğunu da anlıyoruz.

 

Dördüncü yöntem ise karakterden bahsederken onu taklit etmek. Genelde bir karakter diğerine bir başkasını anlatırken bunu yapıyor. Böylelikle karakterlerin birbirleri hakkında ne düşündüğünü de anlamış oluyoruz.

 

Austen karakterleri öyle sağlam kurmuş ki, onlar yaşamaya başladıklarında olayların akışına da neredeyse kendiliğinden yön verilmiş oluyor. Örneğin, Mrs. Norris’in karakteri, yardımsever görünmeye çalışan, ancak bunu yaparken cebinden tek bir kuruş çıkmayacağına emin olmak isteyen bir yapıda olduğundan, Fanny Price’ın evlat edinilmesi fikrini ortaya atan ve sonuna kadar destekleyen kişi de kendisi oluyor. Ancak Fanny’nin kendi yanında kalmasını hiçbir zaman istemeyeceğinden de onu kızkardeşinin evine, Mansfield Park’a yerleştirmek de kendisine düşüyor. Böylelikle karakterleştirme yapıya dönüşüyor; romanın yapısı doğallıkla ortaya çıkıyor.

İlk bölüm bittiğinde, ana karakterleri az çok tanımış ve romanın yapısı hakkında fikir sahibi olmuş durumdayız.

 

İlerleyen bölümlerde Austen, çok sayıda karakteri belirli bir mekân içinde dolaştırıp konuşturarak kişilik çatışmalarını ortaya koyuyor ki bu çatışmalar olayların gelişimini de beraberinde getirerek kurguyu doğal bir akışa kavuşturuyor.

Romanın akışında belirli temalar etrafında sahneler kuruluyor ve karmaşık ilişkiler ortaya dökülüyor. Tüm bunlar olurken, baş karakter Fanny Price sanki yazarın romandaki temsilcisi gibi; olayları çoğunlukla onun bakış açısından izliyoruz, bir taraftan da olayların onu nasıl etkilediğini, olgunlaştırdığını görüyoruz. Önce at teması etrafında, Edmund’un Fanny’nin atını Mary Crawford’un kullanımına vermesiyle ilk üçlü kurulmuş oluyor. Romanın devamında da iki kadının bir erkeği paylaşamaması veya iki erkeğin aynı kadını paylaşamaması tarzında üçlü ilişkiler bol bol karşımıza çıkıyor.

 

Romanın önemli temalarından birine sahne olan Sotherton’da üçlülerin kendi aralarındaki çekişmeler zirveye ulaşıyor. Sotherton kaçamağında, Edmund, Mary Crawford ve Fanny; Henry Crawford, Maria Bertram ve Rushworth; Hery Crawford, Julia Bertram ve Maria Bertram adeta köşe kapmaca oynuyorlar. Özellikle bu bölümde roman bir tiyatro oyunu gibi ilerliyor.    

 

Bir diğer önemli tema olan tiyatro hazırlıklarında ise artık köşe kapmaca ve kıskançlıklar hat safhadadır. Aşıkların Yemini oyunu Nabokov’a göre aptalcadır, ancak Austen bu oyunu karakterlerine rahatça dağıtabileceği için seçmiştir. Bu oyundaki kadın karakterler asil bir İngiliz genç kızı için uygun değildir. Ancak bunun böyle olduğunu düşünen sadece Fanny ve papaz adayı Edmund’dır. Yazarın da aynı görüşte olduğunu düşünmek zor değil. Ancak bu sahnede artık işler kontrolden çıkmış, herkes kendi sınırlarını aşmıştır.

 

Bununla birlikte, sahneleyerek anlatmak ile özetleyerek anlatmak arasındaki farkı da bu bölümde daha net görüyoruz. Özetlenerek anlatılan olayların içine girmek mümkün değil. Kurgunun inandırıcılığı da ister istemez azalıyor. Öte yandan, sona yaklaştığımızda Fanny bize bir sürpriz yapıyor ve artık sabrının sınırlarını zorlayan Edmund’a karşı düşüncelerini bilinç akışı yöntemiyle ortaya koyuyor. Bu yöntem Austen’dan 150 yıl sonra James Joyce tarafından mükemmel bir şekilde kullanılacaktır.

 

Öyle ki, Julia’nın oyunda rol almaktan vazgeçmesine, Edmund’un kendisiyle ilgili tüm sınırları zorlayarak oyunda rol almayı kabul etmesine ve Mrs. Norris’in çocukların Sir Thomas’ın itiraz edeceği tüm isteklerini yerine getirmesine şahit oluruz. Ortalığı toparlamak, tekrar dirlik ve düzene kavuşturmak içinse Sir Thomas’ın işlerini denetlemek üzere gittiği Antigua seyahatinden dönmesi gerekecektir.

Sir Thomas’ın dönüşü, nihayet Fanny’nin yıldızının parlamaya başladığı dönemin başlangıcına işaret eder. Diğer çocuklarının kontrolden çıktığını, Fanny’nin ise hep akıllı ve sağduyulu davrandığını gören Sir Thomas Fanny’yi kayırmaya başlar. Genç kızın, on sekiz yaşını doldurmasıyla olgunlaşıp güzelleştiğini ve Henry Crawford’u kendine âşık ettiğini görürüz. Artık kimin kime âşık olduğu, kimin kiminle evleneceği yarışında oyuncular kulvar değiştirmiştir.

 

Kurgunun tutarlılığı bakımından Fanny’nin Edmund gibi donuk birine âşık olmasının garipliği bir yana, Edmund’un hiçbir durumda Fanny’ye ilgi duymadığına, hep onu kız kardeşi gibi gördüğüne de şahit oluruz. Nabokov’un öğrencilerinin de bu tespiti yapmış olmaları mümkün, ancak hocaları onları, bu şekilde kitap okumanın çok kötü bir yaklaşım olduğu konusunda, karakterlerle çocukça kaynaşmanın yanlışlığını söyleyerek uyarmış olmalı. Bu gibi dokunaklı detaylar onu ilgilendirmiyor. Nabokov, bunca zaman başarısını ispatlamış, dillerden ve ellerden düşmemiş bu klasiğin işleyiş mekanizmalarını çözmek peşinde.

Teknik olarak, sonuna doğru olay akışının mektuplaşmalarla ilerlemesinin romanı biraz hantallaştırdığı söylenebilir. Ancak, bu bölümde gelişen olayları da romanın başındaki gibi detaylı sahnelerle ortaya koysaydı, Austen’ın romanı bir türlü bitiremeyeceği, konuyu toparlayamayacağı belli.

 

Nabokov’a göre üslup bir araç değildir, bir yöntem değildir, yalnızca kelimelerin seçilmesi değildir. Bütün bunlardan daha fazlası olan üslup, yazarın kişiliğinin içkin bir bileşeni ya da karakteristiğidir. Jane Austen etkileyici bir üsluba sahip bir yazardır ve edebiyat kariyeri boyunca üslubunu giderek daha etkileyici hale getirmeyi başarmıştır. Daha nice 100 yıl yaşaması dileğiyle…

Marcus Aurelius – Kendime Düşünceler


Roma İmparatoru, “bilge kral” Marcus Aurelius Kendime Düşünceler adlı eserini yazdığında insanlık M.S. ikinci yüzyılı yaşıyordu. Döneminin dünya üzerinde yaşayan en ünlü insanıyken, “ünler, namlar, sahip olunan her şey gelip geçicidir, bu sebeple insanın erdemli yaşaması hayatını anlamlı kılan en önemli ölçüttür” demişti. Bugün Aurelius’u ünlü bir Roma İmparatoru olarak değil, erdemli yaşama dair değerlendirmeleri ile hatırlıyoruz.

 

Piazza Del Campidoglio’da, yani çoğu kişinin Capitol Tepesi olarak bildiği Roma’nın yedi büyük tepesinin en yükseğinde Marcus Aurelius’un at üzerinde bronz heykelinin bir kopyası bulunur. M.S. 163-173 yılları arasında yapılmış olan heykelin aslı, atın baktığı yönde yer alan dev müze binasının içindedir.

Aurelius’un Germen kabileleri karşısında kazandığı zaferden sonra dikilen, doğal boyutlardan büyük, altın yaldızlı, bronz heykel, antik çağdan günümüze bütün halinde ulaşmış ender eserlerden biridir. Büyük boyutlu bu çalışma bir kaidenin de üzerine yerleştirildiğinden, eseri inceleyen kişi imparatora başını yukarı kaldırıp bakmak zorundadır. Sıradan ölümsüzleri tanrısallaştıran bu heykeller Hristiyanlık döneminde pagan, dolayısıyla dinsiz olarak nitelendirilmiş, Roma Hristiyanlığı kabul ettikten sonra birçoğu eritilmiş, paraya ve başka eserlere dönüştürülmüştür. Bir tek Aurelius’un heykeli, pagan bir imparator olmasına rağmen korunmuş ve günümüze kadar gelebilmiştir. Bunun sebebinin, o dönemde heykelin Roma İmparatorluğu’nda Hristiyanlığı ilk kabul eden Konstantin’e ait olduğunun zannedilmesi olduğu belirtiliyor.

heykel1.jpg
heykel2.png

 

Kendime Düşünceler

Kitabın adı, Aurelius’un bu kitabı yazma amacının başkalarına öğüt vermek olmadığını, birtakım düşüncelerini kayıt altına alma ihtiyacından ortaya çıktığını düşündürüyor. Onca entelektüel birikimine, felsefe bilgisine, dönemin en büyük imparatorluğunun başındaki en yetkili devlet adamı olarak kazandığı deneyimlere rağmen, Aurelius insanlara nasihat verecek durumda görmemiş kendisini. Kitabın başlangıç bölümünde yüksek ahlak prensiplerini açıklarken de, bu değerlere sahip olmakla övünmek yerine bu önemli ahlak derslerini kimlerden aldığını tek tek sayarak, hem hayatındaki önemli insanlara teşekkür etmiş, hem de övgüyü kendi üzerine almak yerine başkalarına yöneltmiş.

Aurelius’un Kendime Düşünceler’i 169 sonları 170 başlarında kuzeye, özellikle Tuna boylarındaki Germen kavimleri üzerine çıktığı seferde yazmaya başladığı söylenir. Bu metni yazmaya başladığında ellisi civarında, o dönem için yaşlı denebilecek bir yaştadır. Artık ölüme yaklaşmış, yalnız bir İmparator, etrafındaki kalabalığın içinde yapayalnız bir adam, ordusunun başında cephede savaş halindeyken çadırının önünde oturup bir şeyler karalayan beyaz saçlı bir adam düşünün.

 

Bilge Kral

Marcus Aurelius öncelikle entelektüel bir Romalı. Kendini çok iyi yetiştirmiş bir düşünür. O dönemde Roma’da özellikle Yunan kültürü, edebiyatı ve felsefesinin eğitimde baskın olduğunu biliyoruz.

Aurelius’u ilginç kılan unsurlardan biri hiç kuşkusuz bir filozof olarak aynı zamanda Roma İmparatoru oluşudur. Tarihte “filozof” diyebileceğimiz kadar felsefi anlayışını içselleştirmiş kişilerin imparatorluk yaptığı pek görülmüş değil. İmparatorlara hocalık yapan Aristoteles gibi, Cicero gibi büyük filozoflar var, ancak bizzat ülke yönetmemişler. Aurelius, Roma İmparatorluğu’nun en parlak döneminde, üstelik büyük ölçüde savaşlarda, hatta bizzat cephede geçen bir yönetim süresinde İmparatorluk yapmış bir filozof. Aynı insanın, kinik felsefe ile de akrabalığı olan stoacılığın önemli savunucularından olması da acayip bir durum. Düşünsenize, Büyük İskender’e “gölge etme başka ihsan istemem” diyen, bir fıçının içinde yaşayan, bir köpek gibi yaşayarak da mutlu olunacağını iddia eden Kinik Diyojen’in felsefesi, en yüksek seviyede iktidar sahibi bir İmparator’da bir ölçüde yansımasını buluyor. İktidarın tüm nimetlerine en üst seviyede hükmedebilecek güçte bir imparator, sade ve basit yaşama dair söz söylemekle kalmıyor, söylediklerini içselleştiriyor ve hayata geçiriyor.

Aurelius’un Roma İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu dönemde tahta geçmiş olmasına rağmen çok sade bir hayat sürdüğü bilinir. Rivayet olunur ki, İmparator Roma Meydanı’nda yürürken arkasında bir hizmetli onu yakından takip ederdi. Bu hizmetlinin tek işi, insanlar Aurelius’a şükranlarını sunduğunda İmparator’un kulağına “Sen sadece insansın” diye fısıldamaktı.

 

Doğaya Uygun Yaşam

Marcus Aurelius’un ve stoa felsefesinin temel anlayışı, doğaya göre, doğaya uygun ve doğayı örnek alan bir yaşam sürmektir. Bunun için de doğayı araştırmalı, onu daha iyi anlamaya çalışmalıyız. Doğayı araştırmak, anlamak, korkularımızı yenmemizi de sağlar. Örneğin depremlerin nedenini anlamanın, yine doğa kanunlarını araştırarak korunma yolları bulmanın, deprem korkusunu yenmemizi sağlayacağı gibi.

Doğaya göre yaşam, aynı evreni paylaşan canlıların birbirine hoşgörülü olmasını gerektirir. İnsanların saçma, yanlış diyebileceğimiz hareketleri doğaya uyumsuz davranışlardan kaynaklanmaktadır. “Daha şimdiden ölen biri gibi bedenini küçümse” diyor Aurelius. İnsanın evrenle ve diğer canlılarla olan bağı ruhsal bağdır ona göre. Tüm canlılar doğanın bir parçası olarak birbirleriyle etkileşimdedir. Tüm canlılar aynı bütüne hizmet eder. İşte bu nedenle, bazen nankör, küstah, hilekâr, haset, geçimsiz olsalar da insanlara anlayış göstermek gerekir. Çünkü tüm bunları bilgisizlikten yaparlar. Aynı aklın ve aynı tanrının kutsal parçası olduklarının bilincinde olsalar böyle davranmazlar. Socrates’in de dediği gibi, aslında kötü insan yoktur, insanlar sadece bilmediklerinden kötülük yaparlar.

Aurelius’a göre evrende uyum vardır. Tanrısal öngörüyle yönetilen her şey iç içe geçmiştir.

kendime düşünceler.jpg

 

Atlı heykelinde Aurelius, kudretli, vakur ve sakin bir yüz ifadesiyle tasvir edilmiştir. Atın dizginlerini güvenle, rahatlıkla, yumuşakça tutuşu onun yönetim anlayışına dair bir ipucu verir. Oturuşundaki nezaket ve güçlü duruş, imparatorun hoşgörülü ve etkili bir yönetim izlediğini, bakışın rahat ifadesi ise yönetimi altındaki halka karşı anlayışlı olduğunu gösterir. At, bir Roma İmparatoru’nu güvenle taşıyabilecek ölçüde büyük ve güçlüdür. Sağ ayağı havada, kulakları dik, her an şaha kalkabilecek gibidir. Giysileri ve duruşu, İmparator’un aynı zamanda asker olduğunu gösterirken, silah kuşanmamış oluşu, barışçı bir imparator olduğunu imgeler.

 

 

Andrey Tarkovski’nin ünlü filmi Nostalgia’nın delisi Dominicus, insanlığı uyarma temalı söylevini bu heykelin tepesinde verir. Sonrasında ise kendini aynı yerde yakar. “Fazla büyük usta kalmadı” der Dominicus bu söylevinde, “zamanımızın gerçek kötülüğü budur.”

 

 

Bugün artık usta yol göstericiler kalmadığı için mi dönüp dönüp eski ustaların yazdıklarını okuyoruz? Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler (Meditations) adlı kitabının Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan çıkan çevirisi geçtiğimiz günlerde sekizinci baskısını yaptı. Dünyada pek çok dile çevrilmiş, zaman zaman çoksatan listelerine girmiş bu eser, Nelson Mandela, Bill Clinton ve başka nice liderin de başucu kitabı olmuştur.

 

İktidarın şaşası, savaş sahasının karmakarışık gürültüsü içinde düşüncelerini toplayıp kayıt altına almaya çalışmış olmalı. Metinde, “yaşamı acaba boşa mı geçirdim” endişesi görmüyoruz, ama bir hayat muhasebesi yapıldığını söyleyebiliriz. Yaşlandıkça idrak kabiliyetinin azaldığını fark edip fiziksel olarak çöküşe geçtiğini gördüğünden, ölümü her zamankinden daha yakınında hissediyor olabilir. Hayatta her şeyin gelip geçici olduğunu düşünen filozof imparator, hayattaki en değerli varlığı olan düşüncelerini koruma altına almak istemiş. Belki de yaşlandıkça akli muhakemesi zayıflayacak, neler yaptığını, neyi neden yaptığını hatırlamayacak, işte o zaman dönüp notlarına bakacak. Belki de yazma motivasyonu buydu. Yazdıklarını kendisinden sonra gelecek Roma imparatorlarına, Roma halkına ya da Aristoteles’in yaptığı gibi oğluna ithaf etmemiş oluşu bu olasılığı düşündürüyor.

heykel3.jpg

 

Kötülük görünümleri doğaya uygun yaşamamaktan doğar. Ancak doğada zorunluluk vardır. Eninde sonunda doğanın zorunluluğuna uymak, tüm canlılar için geçerlidir.

Stoacılığın Tesellisi

Son birkaç aydır yaşadığımız pandemi koşullarında Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler’ini bir kez daha okudum. Aurelius’un düşünceleri beni yine rahatlattı, teselli etti. Sadece kendi yapabildiklerime odaklanmayı, bunun dışındaki olayları akışına bırakmayı, gerçekten değerli olanın evrenin yararına olan için çalışmak olduğunu hatırladım. Bizler evlerimize kapanmışken havanın, suyun, ormanların, denizlerin, hayvanların, keza dünyada insan dışında her ne varsa hepsinin bir nebze rahat ettiğini bilmek beni de rahatlattı. Eğer doğanın kendini toparlamasına yardımı olacaksa daha uzun süreler evlere kapanalım diye düşündüm.

Her bir cümlesi değerli ve üzerinde düşünülmesini gerektiren kitaptan alıntıladığım birkaç cümle ile bitirmek isterim:

"Elinin altındaki ilkelere şu ikisini ekle: Birincisi, şeyler ruha temas etmez, daima onun dışında ve hareketsizdirler; bütün kaygılarımız içimizdeki düşüncelerden doğar. İkincisiyse gördüğün hemen her şey kısa sürede değişecek, hatta artık var olmayacak."

Haruki Murakami: Koşmasaydım Yazamazdım

Haruki Murakami, her bir romanını ve az sayıdaki öykülerini büyük bir heyecanla ve keyifle okuduğum bir yazar. İlk defa bir anı kitabını okudum. Asıl işi yazmak olan bir kimse, koşu tecrübesini anlatırken aslında neden bahsedebilir?

Murakami, koşmaya nasıl başladığını, neden koştuğunu, uzun soluklu koşunun ona neler hissettirdiğini anlatırken, bir taraftan da kendi yazma tecrübesini ve ilerleyen yaşın zorluklarıyla başa çıkma çabalarını dile getirmiş bu kitapta. Yazar, 1982 yılında caz barını satıp sadece yazmakla uğraşmaya başladığı sıralarda, beden zindeliğini korumak için iyi bir yol olarak koşmayı seçmiş. Sonra da anlaşılan hızını pek alamamış. Koştuğu maratonları, çifte maratonu, koşu öncesi hazırlıklarını, sonrasında neler hissettiğini bazen eğlenceli bazen de hüzünlü bir dille anlatıyor kitapta.

Onun romanları da aynı dokuyla işlenmiyor mu çoğu zaman? İnceden inceye eğlenirken, dalga dalga hüzünlenir, arada bir iç çeker, sonra kelimelerinin büyüsünde kaybolursun. Kısa ve net cümlelerle, basit benzetmelerle nasıl da hoş bir anlatımı vardır. Üzerinde günlerce konuşmak isteyeceğim bu konuyu bir tarafta bırakacak olursak, bu anı kitabında gerçekten ne anlatıyor Murakami?

 

Yazmak yalnızlaştırır mı?

Murakami, yazarlık ile maraton koşmanın paralelliğinden bahsederken, her iki faaliyetin de içten gelen bir motivasyonla beslendiğini, dışarıdan bir onay beklemediğini söylüyor.

 

Nasıl Yazar Olunur?

Murakami’ye göre yetenek çok önemli. Ne büyük bir yazma heyecanı ile işe girişsen de, tüm enerjini ve çabanı ortaya koysan da, edebi yeteneğin yoksa yazar olmayı unut. Ona göre bu anlamda yetenek, gereklilikten öte bir ön koşul. Üstelik yetenek kendi çizgisini belirliyor, onu artırmak ya da azaltmak sana bağlı değil.

İkinci önemli konu, tüm yeteneğini yazdığına odaklayabilmek. Murakami her sabah erken (dört gibi erken, yani aslında gecenin bir vakti) kalkıp üç dört saat yazıyor. Romanını bitirene kadar disiplininden pek ödün vermiyor. Altı ay, bir yıl veya iki yıl boyunca her gün aynı konuya odaklanabilmek ciddi ölçüde enerji ve sabır gerektiriyor. Her gün mutlaka masaya oturabilmesinin sırlarından biri, o gün yazacaklarını tüketmeden masadan kalkmak ve hala yazmak istediklerini ertesi güne bırakmak.

Yazmak, zihinsel işçilik, bir romanı bitirebilmek ise daha çok el işçiliği, diyor yazar. Masa başında oturup zihnini bir konuya odaklamak, hiç yoktan bir şeyler hayal etmek, bir hikaye yaratmak, o hikayeyi anlatacak doğru kelimeleri seçmek, tüm bunları yaparken hikayenin akışını kontrol altında tutmak, enerji seviyesini uzun süre yüksek tutabilmeyi gerektiren, pek çok insanın hayal edebileceğinden çok daha zor bir iş.

Yetenekli yazarlar bu süreci diğerlerinden çok daha rahat yaşayabilir. Genç ve yetenekli bir yazarsanız kanatlanıp uçar gibi yazabilirsiniz. Hatta öyle yazarlar vardır ki ilerleyen yaşlarında bile yeteneği azalmaz. (Burada Shakespeare, Balzac, Dickens gibilerini örnek veriyor). Ama efsaneler efsanedir. Her yazarın onlar gibi olması mümkün değil.

Yazdıklarının, kendi standartlarını karşılayıp karşılamadığı çok önemli onun için. Kaç adet sattığı, hangi ödülleri kazandığı, ne gibi eleştriler aldığının ise hiçbir önemi yok.

Yazar bunu söylemekle birlikte, sadece kendi içsel dürtüleriyle beslenen yazma hevesinin bir yerde anlaşılma ihtiyacı ile ilgili olduğunu da itiraf etmekten çekinmiyor. Bu ihtiyaca set çekmek, onu yok saymak, bir yazar için ne derece mümkün? Bu yılki Nobel edebiyat ödülüne aday olan Murakami’nin, bu prestijli ödülü hiç önemsemediğini düşünebilir miyiz? Bir yazarın en büyük ikilemlerinden biri olsa gerek bu konu. Kendisi, bu sıkıntıyla nasıl başa çıkmaya çalıştığını şu şekilde anlatıyor.

İnsanlar birbirinden çok farklı değer yargılarına ve dolayısıyla çok büyük fikir ayrılıklarına sahip. Bu durum, bir yazarın iyi anlaşılmasını zorlaştırır. Yanlış anlaşılmak ve eleştirilmek ise hiç kimse için hoş değil, aksine oldukça acı verici bir tecrübe. Yaşım ilerledikçe bu tür acının yaşamın doğal bir parçası olduğunu gördüm. Benim farklı yazabilmem ancak diğer insanlardan farklı olmamla mümkün. Ancak bu sayede sadece benim olan hikayeler yazabiliyorum. Bunun kaçınılmaz sonucu olan yalnızlık ve yalnızlaşmanın getirdiği duygusal acı, bağımsız olabilmek için ödenmesi gereken bir bedel. Bir yazar için yalnızlık ne kadar istenen ve peşinde koşulan bir durum olsa da, bir taraftan insanın kalbini yiyip tüketebilir.

Yazar, koşarken kendi limitlerini zorlamasının nedenlerinden birinin yalnızlığıyla başa çıkma çabası olduğunu düşünüyor.

 

Yazarların çoğunluğu (Murakami bu sınıfa kendisini de dahil ediyor) yeteneklerindeki eksikliği ya da azalmayı telafi etmenin bir yolunu bulmak zorunda.

Burada yazar tekrar koşmak ile yazmak arasında paralellik kuruyor. Kendimi ne kadar zorlayabilirim? Ne kadar dinlenmem gerekir? Ne kadar çok, çok fazladır? Bir şeyi ne kadar ileri götürdüğümde hala seviyeli ve istikrarlı olabilirim? Yeteneklerime nereye kadar güvenebilirim ve nereden sonra artık kendimi sorgulamam gerekir?

Murakami için bedenine iyi bakmak, yazmak için gerekli. Çünkü insan zihnini, bedeni kontrol ediyor. Ya da tam tersi. Zihin bedenin yapısını belirliyor. Sonuçta zihin ve beden birbirini etkiliyor. Her durumda, beden zindeliği, zihin zindeliği için gerekli.

Diğer taraftan, yazmak aynı zamanda sağlıksız bir faaliyet Murakami’ye göre. Yazmaya, hikaye yaratmaya başladığında tüm insanlığın derininde yatan bir çeşit toksin bir şekilde yüzeye çıkar. Bütün yazarlar zaman zaman bu toksinle yüzleşir, zararlarının farkına varır ve onunla başa çıkmanın bir yolunu bulur. Toksine yaklaşmadığınız sürece gerçek anlamda yaratıcı yazarlıktan söz etmek mümkün değildir. O zaman bedenin bu toksinle başa çıkabilmesi için bağışıklık sistemini güçlendirmesi gerekir. Sağlıksız bir işle uğraşabilmek için sağlıklı bir bedene sahip olmak zorunludur. Sağlıksız ruhun sağlıklı bedene ihtiyacı olduğu gibi.

Bence de, Murakami’nin kendine çok iyi bakması şart. Bedenini çok da fazla zorlamasın. Daha uzun yıllar güzel romanlar yazmaya devam etsin. Yeni eserlerini heyecanla bekleyen o kadar çok insan var ki.

E.M. FORSTER’A GÖRE ROMAN SANATI

E.M.Forster’ın Roman Sanatı adlı kitabı, 1927 yılında Cambridge Üniversitesi’nce düzenlenen bir dizi konuşmanın derlemesi. Söyleşi havasındaki konuşmaları kitaba aynen aktarılmış. Roman sanatının inceliklerini titizlikle ve kendi dönemine göre oldukça özgün bir yaklaşımla ele alan bu kitabın roman sanatı üzerine temel yapıtlardan biri olduğunu öğrendiğimde bir an önce okumak istedim. Ancak basımı tükenmiş olan bu esere ulaşmam hiç de kolay olmadı. Nezaket göstererek kitabını ödünç veren Hasan Fehmi Nemli beye teşekkür ederim. Hazırladığı başarılı önsöz nedeniyle, kitabın çevirmeni Ünal Aytür’e de ayrıca teşekkür etmem gerekir.

Hikâyenin İşlevi

“Hepimiz romanın en önemli yönünün hikâye anlatmak olduğunu kabul ederiz.” diye söze başlıyor Forster. Diğer taraftan, keşke romanların ortak yönü hikâye anlatmak olmasaydı, keşke en büyük ortak yön “ezgi” gibi “gerçeğin kavranması” gibi değişik bir şey olsaydı diyerek, romancılığı başka bir boyuta taşıma arzusunu dile getiriyor.

Hikâye anlatma geleneğinin ilkel insandan bu yana var olduğunu hatırlatıyor. Mamutlarla, azgın gergedanlarla boğuşmaktan yorgun düşen ilkel insanı, yaktığı ateşin karşısında ağzı açık halde uyanık tutabilen tek şey merak duygusuydu. Hikâyeci anlatır durur, dinleyenler hikâyenin sonunda ne olduğunu kestirir kestirmez ya uyuklamaya başlar ya da hikâyeyi anlatanı öldürürdü. Şehrazad’ın hayatını kurtaran da yine benzer bir merak duygusu yaratabilme yeteneği değil miydi?

Peki, hikâyeyi silikleştirdiğimizde neyi ön plana çıkaracağız? Ona göre iki ayrı yaşam türü var.

Biri, dakika ve saatlerle ölçülen, diğeri değerlere göre geçen yaşam. Romanın hikâyesi yalnızca zaman içinde geçen yaşamı ele aldığı için fazla anlam taşımıyor. İyi bir roman yazarı, uygun yöntemler bularak değerlere göre geçen yaşamı da göstermek zorunda. Acaba roman yazarı zaman içinde akan hikâyeyi bir kenara bırakıp yalnızca ikinci tür yaşamla ilgilenemez mi?

Aslında Virginia Woolf ve James Joyce gibi yazarlar, Forster’ın bahsettiği yaşamın asıl anlamlı kısmının saatlerle ölçülmeyen bilinç dünyasında geçtiği mesajına tam da uyarak, anlatımlarında bilinç akışına ağırlık verir. Joyce Ulysses’de sekiz saatte, Woolf Mrs. Dalloway’de daha da kısa bir zamanda değerlere dayalı bir yaşam türünü vurgulayarak, ele aldıkları insanları tüm derinliğiyle ortaya koyar. Forster’ın Roman Sanatı anlatımları tam da Woolf ve Joyce’un büyük eserlerini verdikleri döneme denk geliyor.

Roman Kişileri

Roman kişileri tanıdığımız insanlardan daha gerçek kişilikleriyle ortaya çıkar. Günlük yaşamda birbirimizi hiçbir zaman anlayamayız, çünkü ne biz başkalarının içinden geçeni okuyabiliriz, ne de onlar içlerindekini tam olarak açığa vurur. Oysa romancı isterse romandaki kişileri okuyucuya bütün yönleriyle tanıtabilir. Roman kişileri soydaşları olan insanlardan daha kaypak, daha ele avuca sığmaz kimselerdir.

Roman kişileri “yalınkat” ve “çok yönlü” diye ikiye ayrılır. Yalınkat kişiler birkaç nitelikten oluşan, tek bir cümleyle özetlenebilen kişiler (tip, karikatür) iken; çok yönlü kişiler tüm yönleriyle yaratılmış karmaşık kimselerdir.

 

Romanda yalınkat karakterlerin varlığını eleştirenlere karşı çıkıyor Forster. Ona göre, karmaşık bir roman çoğu zaman çok yönlü yuvarlak kişiler kadar yalınkat kişiler de gerektirir.

 

Roman yazarının kişiler konusunda karşılaştığı başlıca sorun, bir yandan onları romanın gerekliğine uydurmaya çalışmak bir yandan da özgürlüklerini fazla kısıtlamamak olmalı. Bu ikisi arasında iyi bir denge kurmak zorunludur. Çünkü bu kişilere tam özgürlük verilirse romanı paramparça edebilir, ancak çok sıkı denetim altında tutulurlarsa da ölüp giderek romanı içten çürütebilirler.

Bakış Açısı

Forster romanda bakış açısının aynı çizgiyi korumasının önemine inanmıyor. Onun için önemli olan bakış açısının tutarlı olması değil, yazarın ne yapıp edip yazdıklarını okuyucuya benimsetebilmesi. Örneğin Savaş ve Barış romanında Tolstoy bizi Rusya’da bir aşağı bir yukarı dolaştırır, her şeyi bilen, gören bir tutum takınır, sonra yarı yarıya bilen bir tutuma girer, durum gerektirdikçe tümüyle aradan çekilir. Özetle, Tolstoy bakış açısını değiştirmekle birlikte çok başarılı sonuç alabilmiştir. Bakış açısındaki değişiklikler algı sınırlarının genişlediği ya da daraldığı anlamına gelir.

Olay Örgüsü

Forster, içindeki her şey canlı bir varlığın ayrılmaz parçaları gibi birbirine bağlı bulunan, yalın ve özlü bir olay örgüsünden yana duruyor.  Olay örgüsü bu şekilde sunulursa ancak okuyucuya romanın sonunda “derli toplu sanatsal bir güzellik duygusu” uyandırır.

Aristoteles’in “insanların tüm mutlulukları, tüm acıları eylem biçiminde belirir” sözüne karşı çıkarak, mutluluk ve mutsuzluğun asıl yerinin her insanın için için yaşadığı gizli yaşamda olduğunu söylüyor.

 

Gizemli bir olay, romanın akışı içinde gizli bir cep gibidir. Gerçek anlamı ancak sayfalar sonra ortaya çıkan üstü kapalı söz ve davranışlar iyi bir gizem örneği olabilir. Gizemi değerlendirebilmek, ondan zevk almak için zihnimizin bir parçası olayların peşinden koşarken, bir parçasının da geride kalan, olup bitenler üstünde düşünmesi gerekir. Olay örgüsünün temel taşıdır gizem, zekâ olmadan tadına varılmaz.

Romanın sonunda olayı bağlayıp her şeyi sonuca ulaştırmak gerektiğinde, kişiler genellikle canlılıklarını yitirir. Forster, olay örgüsünün bu sınırlayıcı etkisine karşı çıkıyor ve daha esnek, daha özgür bir yapıdan yana duruyor. Bu tutumu şöyle dile getiriyor: "Roman niçin önceden planlanacakmış? Özgürce gelişemez mi? Neden tiyatro oyunu gibi perde kapatmak gereksin? Olayları derleyip toparlamadan öylece bırakamaz mı? Yazar, yüksek bir yerde durup tüm romanı denetim altına alacağına, önceden bilmediği bir sonuca sürüklenecek bir biçimde kendini olayların akışına kaptıramaz mı?"

Düşsellik ve Ermişlik

Forster, önerdiği özgürlük ve sınırsızlık havasının yaratılmasına yardımcı olacağını düşündüğü, düşsellik, ermişlik ve ritim kavramlarına da yer veriyor.

Düşsellik, günlük yaşama hortlak, canavar, cadı, cüce gibi yaratıklar sokmak, insanları bilinmeyen dünyalara, yeraltına göndermek, insan ruhunun derinlerine inmek ya da kişiliği parçalara ayırmak gibi sağduyu ile hayal gücünü birleştiren karışımlardır. Düşsel bir yazar şöyle der, “İşte size yaşamda olamayacak bir şey. Sizden istediğim, önce kitabımı tümüyle kabul etmeniz.”

Romanın yarattığı genel izlenim öylesine gerçeğe dayalıdır ki, işin işine akıl almaz, hayal ürünü bir şey girdi mi ortada değişik bir hava eser. Kimi okuyucu bundan çok hoşlanır, kimisiyse içine sindiremez.

​​

 

Böyle bir biçim romanın havasının somutlaşmasını sağlayabilir, olay örgüsünün doğal bir sonucu olabilir, bir güzellik yaratmış olabilir ancak zorba bir güzelliktir bu. “Güzel olmuş ama değmez.” dedirtecek bir güzelliktir.

Romanda biçim dışında güzellik katma olanaklarından biri de ritimdir. Örneğin Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”si dağınık, biçimden yoksun bir romandır. Ancak gene de romanın dağınıklığa yol açan değişik parçaları içten dikişlerle birbirine bağlanmıştır. Bu bağlantıyı sağlayan ritimdir. Ritim, roman boyunca birtakım sözcük ya da tümcelerin değişikliğe uğrayarak zaman zaman ortaya çıkmasından oluşur. Beceriksizce kullanılırsa ritim çok sıkıcı olur. Forster, romanlarını önceden planlayarak yazan yazarların ritim yakalayabileceğine inanmıyor. Çünkü ritim, romanda uygun bir geçiş noktasına ulaşıldığı sırada, yazarın içinde doğal olarak beliren bir itici güce dayanmak zorundadır.

 

Aslında Aristoteles ile Forster arasındaki görüş ayrılığı, tiyatro oyunu ile roman arasındaki ayrılıktan doğuyor. Roman yazarı için kişilerin iç yaşamı gizli değildir. Romanı roman yapan da kişilerin gizli duygu ve düşüncelerinin ele alınabilmesidir. Romancı dilerse kişinin aklından geçen düşünceleri gösterir, dilerse duygu ve düşüncelerden daha derine inerek bilinçaltına bakabilir. Forster’ın kişilerin iç dünyalarına verdiği önem, Henry James ve Joseph Conrad’la başlayıp Joyce, Faulkner ve Woolf ile doruğa erişen roman yazarlarında ortaya çıkar. Forster’ın bu yazarlardan ayrıldığı nokta ise bakış açısıyla ilgili.

Roman kişilerinin iç dünyalarının sınırları genişledikçe olay örgüsünü kontrol etmek gittikçe güçleşir. Olay örgüsü yüksekçe bir devlet görevlisi gibi davranır, roman kişilerinin öyle uzun uzun düşünmelerini, kendi iç dünyalarının merdivenlerinde bir aşağı bir yukarı koşarak vakitlerini çarçur etmelerini doğru bulmaz. Böyle olunca olay örgüsü ile kişiler arasında sürekli bir çekişme ortaya çıkar. Kişiler yaşayan varlıklar olarak olay örgüsünün önceden tasarlanmış sınırları içinde kalmak istemezken, olay örgüsü sürekli onları kontrol altına almaya çalışır. Yazarın mahareti bu iki öğeyi dengeleyebildiği ölçüde ortaya çıkar.

Olay örgüsünü merak unsuruna dayandırmayı iyiden iyiye eleştiriyor yazar. Ona göre merak insanoğlunun yetenekleri arasında en az değer taşıyanı. Meraklı insanların genellikle budala olduğunu da söylemekten çekinmiyor. Merak duygusunun hiç yararı yoktur, roman okurken de tek başına bizi pek bir yere götürmez, hikâyenin sınırları içinde tutar, o kadar. Olay örgüsünü kavrayabilmek için merak duygusunun yanına zekâ ile belleği de katmamız gerekir.

Romandaki gizem ve şaşırtma öğesi meraktan çok daha önemli yer tutar.

 

Ermişlik de düşsellik gibi kendilerini romanın öteki yönlerinden ayıran bir mitoloji kavramına dayanır. Ermişliğin anlamı, kâhinlik ya da doğruluğa çağrı gibi dar kalıplarda ele alınmıyor. Onun yerine evrenselliği yakalamak olarak yorumlanıyor. Ermişlik, romanda Forster’ın görmek istediği özgürlük ve genişleme duygusunu sağlamakta düşsellikten çok daha etkili ve önemli. Ermişlik niteliği taşıyan romancılar yaşamın gerçeklerinden uzaklaşan yazarlar değil. Onların önemli özelliği, günlük yaşamın sıradan olay, durum ve kişilerine alışık oldukları boyutlarını kat kat aşarak tüm insanlığı kucaklayan evrensel anlamlar katabilmek. Bu özelliği açıklayabilmek için Forster, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşleri’nden örnek veriyor. Dostoyevski’nin yarattığı kişiler ve durumlar her zaman kendi boyutlarını aşan anlamlar yaratır, sonsuzluğa yönelirler. Bireysel niteliklerini yitirmeden genişleyerek sonsuzu kucaklar, onun da kendilerine kucak açması için çağrıda bulunurlar.

Ermiş yazarlar okuyucudan alçakgönüllü olmasını, mizah duygusunu askıya almasını bekler. Okuyucuda bir şarkı, bir ezgi izlenimi uyandırır. Ermiş yazarlara Dostoyevski, Melville,  D.H.Lawrence ve Emily Bronte örnek veriliyor. Örneğin Lawrence dinleyicisini etkilemeyi çok iyi bilen bir ahlak hocasıdır. Ders dinlemek için önüne oturduğunuz hocanızdan karnınızın ortasına bir tekme yemekten daha şaşırtıcı bir şey olamaz. Lawrence’ı anlaşılması güç ve yanıltıcı yapan da yine bu yanıdır.

Biçim ve Ritim

Hikâye merak duygumuza, olay örgüsü zekâmıza seslenirken, biçim güzellik duygumuza seslenir. Biçim, romandaki olayların gelişme çizgilerinin hep birden yarattığı görüntüdür. Olay örgüsünün toptan algılanmasından doğan bir bütündür. Biçim romana güzellik sağlasa da sıkı bir biçimcilik yaşamın yazara sağladığı sınırsız zenginliklerle bağdaşmaz.

 

Son Söz

Forster 1927 yılında söylüyor bunları.

“İnsanoğlu gelecekte atoma gem vurabilir, aya gidebilir, savaşı yok edebilir ya da büsbütün kızıştırabilir. Ancak bunların roman sanatı açısından bir önemi yoktur. Roman sanatı bakımından önemli olan, yaratma işleminin de bir değişikliğe uğrayıp uğramayacağıdır. Eğer insanoğlunun yaradılışı bir gün değişirse, bireyler kendilerine yeni bir gözle bakmayı başardıkları için değişecektir. Çünkü roman yazarı kendini değişik bir gözle görürse, kişilerini de değişik görebilecek, bundan yeni bir aydınlanma doğacaktır.”

UMBERTO ECO İLE ANLATI ORMANLARINDA GEZİNTİ

Umberto Eco’nun Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti’si, Harvard Üniversitesi’nde sunduğu konferans metinlerinden oluşuyor. Anlatı konusunda kuramsal çalışmalarıyla da tanınan Eco’nun, bu kitaptaki çözümlemeleri epey ilginç. Benim en çok ilgimi çeken konu ise yazarın değil okurun durumuna daha fazla kafa yormuş olması.

Nasıl iyi okur olunur konusunda bir rehber kitap gibi Anlatı Ormanları’nda Altı Gezinti. Ama bunu didaktik bir üslupla yapmıyor, aksine konunun felsefi yönünü öne çıkarıyor. Sorular sorarak, konudan konuya atlayarak, çok güzel örneklerle bir düşünceyi açıklayıp aslında ne dediğini hiç de söylemeyerek, okuru anlamaya (örnek okur olmaya) zorlayan bir yaklaşımı var. Okudukça düşünüyor, düşündükçe bir şeyler keşfediyor insan. Bu bakımdan tek bir defa okunup kenara konulacak bir kitap değil kesinlikle.

Örnek Okur Örnek Yazar

Okur, bir anlatıyı takip ederken metinle öyle ya da böyle işbirliği yapar. En azından yazarın bıraktığı boşlukları kendince doldurur. Böylece örnek okur olma yolunda ilk adımı atar. Anlatı ormanında ilerledikçe yol bir süre sonra çatallanmaya başlar. Artık her adımda bir seçim yapmak zorunludur. Hatta okur, anlatıcının seçimlerini önceden tahmin etme oyununa başlar. Oraya buraya bırakılan ipuçlarını takip ederek kurmacayı çözemeye çalışır. Anlatının dili, tonu, zaman seçimi, olayların gelişim hızı, aslında metne dair her detay bir ipucudur.

Örnek okur, ampirik okur değil Eco’ya göre. Ampirik okur, metni değişik biçimlerde okuyabilir. Çoğu zaman da anlatıyı, kendisinde rastlantısal olarak uyandırdığı tutkuların bir mahfazası gibi kullanır.

 

Yakın okumayı uç noktalara vardırmanın büyüyü yok ettiğine ise kesinlikle inanmıyor.

Peki örnek yazar kim? Örnek yazar, metnin yazarı olmadığı gibi, anlatıcı rolündeki kişi de değil. Örnek yazar, eserin arkasında, ötesinde, bizimle bir biçimde konuşan, bizi yanında isteyen bir ses, örnek okur olmaya karar verdiğimizde duymaya başladığımız talimatlar bütünü.

Anlatı ormanında dolaşmanın tek bir yolu olmadığı gibi tek bir düzlemi de yok. En basitinden birinci düzlemdeki okur, öykünün nasıl sona ereceğini bilmek ister. Daha derin bir okuma şekli ise yazarın kendinden nasıl bir örnek okur olmasını beklediğini merak eden okurun yaptığıdır. Hikâyenin nasıl sona ereceğini anlamak için metni bir kez okumak yeter. Örnek yazarı tanımak için ise aynı metni defalarca okumak gerekir.

Ormanda Oyalanmak

Oyalanmaktan bahsederken tabii ki Proust örneğiyle girmiş konuya Umberto Eco. Oyalamanın çeşitli işlevlerini güzel örneklerle açıklamış.

 

Ormana gezmek için gidilir. Değil mi ama? Oyalanmaktan, ağaçlar arasında süzülerek ağaçsız alanlar üzerindeki ışığı gözlemekten, karayosunlarını, mantarları, bitki ve çiçekleri incelemekten zevk almak gerekir. Oyalanmak vakit kaybetmek anlamına gelmez, çoğu zaman bir karar almadan önce düşünmek amacıyla oyalanır insan. Hatta hiçbir amaç olmaksızın, kimi zaman doğru yolu kaybetmenin zevkini yaşamak için de dolaşmak mümkün.

Ortaya bir merak unsuru koyup sonra okuru başka mecralarda dolaştırmak ucuz bir hile olarak görülebilir.

 

Eco’nun dediği gibi:

Anlatısal bir evrende, o evrenin bir anlam oluşturduğunu, onun kökeni olarak ve okuma yönergelerinin bütünü olarak onun arkasında yetki sahibi bir varlık olduğunu kesin olarak biliriz. Dolayısıyla örnek yazar araştırmamız, bir başka imgenin araştırılmasının Ersatz’ıdır (ikame), sonsuzun sisi içinde kaybolan bir Baba İmgesi’nin; o yüzden bıkmamacasına kendimize neden Hiçlik değil de Varlık olduğu sorusunu soruyoruz.

Burada, derin bir üzüntü halindeyken komedi filmi izleme konusunu örnek veriyor Eco. Bu durumdaki izleyici için gülmek zordur. Ampirik izleyici, filmi yanlış okumaktadır. Neye göre? Yönetmenin düşünmüş olduğu seyirci tipine göre.

Örnek okur, sadece metinle işbirliğine gidecek kişi değil, yazarın yaratmaya çalıştığı okurdur aynı zamanda. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan bir anlatıyı dinlemeye hazırlanan kişi bir çocuk veya sağduyunun ötesinde bir hikâyeyi dinlemeye hazır bir kişi ise ancak örnek dinleyici olabilir.

Bu anlatılanlardan, bir metni kendi tecrübelerinin, tutkularının etkisinde okuyan kişi örnek okur olamaz diye anlıyorum. Örnek okur, oyunun kurallarını bilen ve oyunda kalabilen kişidir. Peki, oyunun kurallarını kim koyuyor? Burada bir tuzağa düşüp tabi ki yazar diyecektir çoğumuz. Ama eğer örnek okuru ampirik okurdan ayırdıysak, örnek yazarı da ampirik yazardan ayırmamız gerekir.

Bir anlatı metninin ampirik yazarıyla hiç ilgilenmediğini söylüyor Eco. Yazarın hayatını, tecrübelerini bilmenin onun anlatısına ne katkısı var? Bense okurun yazarı öyle ya da böyle tanımasının anlatıya katkı yerine zararı olduğunu düşünenlerdenim. Bir yazarın edebiyat dışı hayatı hakkında kimi detayları bildiğimizde oyunun kuralları bozulur. İster istemez anlatıyı değil yazarı okumaya meylederiz.

Eco, yazarı tanımanın metni doğru okumada hiçbir faydası olmadığını söylemekle birlikte, bir metni tekrar tekrar okumanın, hatta titizlikle incelemenin faydalarına değiniyor.

 

Ancak, suspense, sadece ucuz romanların ve ticari filmlerin tipik özelliği değil. Okur açısından, tahmin etkinliği okumanın onsuz olunmaz tutkulu bir yönünü oluşturur. Bu bakımdan oyalamacanın ne şekilde kullanıldığı önemli.

Oyalamanın işlevlerinden biri de hikâyenin etkisini artırmak olabilir. Bekleyiş yeterince uzun, spazm gerektiği ölçüde gerçekleştiğinde katarsis daha güçlü gerçekleşir. Örneğin Kasabanın Sırrı filminde, savaşta kolu sakatlanmış ılımlı karakter, uzun süre ırkçıların baskı ve işkencelerine maruz kaldıktan sonra seyircinin hiç de beklemediği bir anda karşısındakinin tahrikine karşılık verir ve sağlam koluyla bir yumruk atar. Bu öyle bir yumruktur ki, kötü adam barın ucuna sürüklenir ve kapıyı kırıp dışarı yuvarlanır. Seyirci o ana kadar öylesine oyalanmış ve aldatılmıştır ki, bu yumrukla heyecan birden zirveye taşınır. İzleyici o ana kadar oyalanmasa, olacakları sabırla beklemeseydi atılan yumruğun etkisi aynı ölçüde olabilir miydi?

Oyalamak ve oyalanmak, zaman unsurunu farklı şekillerde kullanmak, yazar ve okurun oynadığı oyunun en eğlenceli öğelerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Anlatı zamanı ve okuma zamanı bir olmadığı gibi, hikâyenin akış zamanı da kurguya göre ileri veya geri taşınabilir.

Kurmacanın Büyüsü

Kitabın tamamı, kurmacanın asıl büyüsünün hikâyeyle duygusal değil akılcı bir bağ kurmakla ilgili olduğunu düşündürdü bana. Sanki anlatı bir yerde yazarın da okurun da ötesinde, ne birinin ne de diğerinin kontrol edebildiği bir varlığa dönüşüyor. Örnek okur gibi örnek yazar da aslında bu varlığı keşfetmeye çalışıyor.

​​

bottom of page